24 Haziran 2015 Çarşamba

#BenimDileğim SIRLARIN SIRRINA ERENLERDEN OLUN!

Yeni bir güne uyanırsınız. Bugün de bir öncekine benzeyecek sanırsınız. Aynı rutinde sürecek. Arkadaşlarınızla buluşursunuz, toplantılarınıza girersiniz. Tamamlanması gereken işlerinizi halleder, market alışverişinizi yaparsınız. Ay sonudur belki, faturalar gelir aklınıza. Belki yeni bir ev, bir araba alır, tatil planları yaparsınız. Fakat o gün öyle bir an gelir ki, tüm bunların hiçbir önemi kalmaz. Çatırt diye bir ses duyarsınız derinden. Siz olduğunuz yerde  kala kalırsınız, tüm insanlar etrafınızdan geçip gider, siz durursunuz. Herkes bir şey söyler, siz duymazsınız. Ortalık bulanıklaşır. Hayatınızın fay hattının çat diye kırıldığı andasınızdır artık. Ortalık bulanıklaşır. Olmaz dediğiniz bir şey olmuştur. Beklenmedik bir anda gelip hayatınızın ortasına çöreklenmiştir. İşte insanoğlu en çok ozaman inanmak ister. Görünmez bir gücün varlığını hissetmeye , görünmez bir elden yardım beklemeye… Dünyadaki tüm çarelerin çaresiz kaldığı durumlarda içimizde kalan hep bir umut bundandır. En inançsız olanımız bile ozaman inanır. Çünkü inanmak insanoğlunun yaratılışının en büyük sırrıdır. Bazıları inanır Allah der, bazıları inanır Tanrı der ya da bambaşka şekillere, boyutlara adarlar kendilerini. Fakat insanlık tarihi yüzyıllardır inanır; korunduklarına, kutsandılarına… Bir tekliğin, ‘bir’liğin, sonsuzluğun olduğuna… Bilinir ki, sonsuz bir hayat vardır. Gök yedi kattır, cennet vaadedilir ya da yer yedi kattır… Ölümden sonra yaşama inanmak aslında tüm inançlardan daha kuvvetlidir. Çünkü insanoğlu yaratılışı gereği hayatın bu dünyayla sınırlı olmadığına inanmak ister. Özellikle de Müslüman toplumlar bu inanca sığınır, bu bir nevi bizim hayata tutunma biçimimizdir. Çünkü bizim için ‘herşey Allah’tandır, yalnız O’na sığınır ve yalnız O’ndan yardım dileriz’. Bu dünyada başımıza gelen her kötü şey, sınavımızdır, oyüzden üzülmemeyi öğrenir, yolumuza bakarız. Çünkü bu sınav bize bü dünyada herhangi bir mükafat sunmazsa ahiret hayatı olarak adlandırdığımız tarafta cennetle müjdelenenlerden olacağımızı düşünürüz. Elimizden geleni yaparız gerisini ‘Yaratan’ın yüce insafına bırakırız. Buna da tevekkül deriz. ‘Olduğu kadar, olmadığı kader’ deriz. Bizi yaşatan kuvvet de budur. Yaşamın en derin sırrı işte budur; ‘inanmak’. Koşulsuz yani gerçek sevgiyi de O’nun bilincine erdiğimiz zaman öğreniriz. Ozaman dünya anlam kazanır. Bu kutsal yolculukta önce dua ederiz. Bekleriz ki, dileklerimiz gerçekleşsin. Karşılık bulamayız, yine de bekleriz; umud etmeyi öğretir bize. Gerçek olur dua ederiz, minnet etmeyi öğreniriz. Sonra görürüz ki, olmayanların da bir anlamı var. Olmayanlar sayesinde açılan yeni yollar olduğunu görürüz. Sonra bu sayede herşeyin bir sebebi olduğunu öğreniriz. En sonunda takdiri O’na bırakmayı öğreniriz. Ve yalnızca bir beklenti uğruna el açılmayacağını, dua edilmeyeceğini öğreniriz. Bu da bize şükretmeyi öğretir ki, işte insanoğlunun gelebileceği en güzel yer de burasıdır. Çünkü ozaman sırların sırrına erenlerden oluruz. Ozaman Allah’ı sevmeyi anlarız. Ve gerçekten inandığımız an da budur.
Mezarlardan bile yükselen bir bahar vardır,
Aşk celladından ne çıkar madem ki yâr vardır.
Yoktan da vardan da öte bir Var vardır,
Hep suç bende değil beni yakıp yıkan bir nazar vardır.
O şarkıya özenip söylenecek mısralar vardır,
Sakın kader deme kaderin üstünde bir kader vardır.
Ne yapsalar boş göklerden gelen bir karar vardır,
Gün batsa ne olur geceyi onaran bir mimar vardır.
Yanmışsam külümden yapılan bir hisar vardır,
Yenilgi yenilgi büyüyen bir zafer vardır.
Sırların sırrına ermek için sende anahtar vardır,
Göğsünde sürgününü geri çağıran bir damar vardır.
Senden umut kesmem kalbinde merhamet adlı bir çınar vardır.
Sevgili
En sevgili
Ey sevgili
Sezai KARAKOÇ



21 Haziran 2015 Pazar

İSTANBUL’A 173 KM, KALBİNİZE 0 KM YAKIN  ‘KALPE’


Cuma olur. Ertesine uyanırsınız, en iyi ihtimalle o haftayı en kötü ihtimalle herşeyi ve herkesi geride bırakmak hissiyle basıp gitmek istersiniz. Kalbiniz ister bir kere… Çünkü o yaşananlardan çok bunalmıştır. Kaçıp kurtulmak ister. Sizi de peşinden sürükler haliyle… Yanınızda aynı şiddette bunu isteyenler de varsa tadından yenmez bu fırsat. Ve basar gidersiniz… Neresi olduğunun çok da bir önemi yoktur. En kötü ayaklarınız denize sokarsınız, bir kahve içer dönersiniz. İşte bizim hikayemiz de böyle başlamıştı. Yolun başındayken hayatımızın en güzel günlerinden birini geçireceğimizden habersizdik. Trafikten sıyrılıp yol kenarları yeşillendi mi, neşeli sesler de yükselmeye başladı. İçimizde hayata dair küllenen umutlar yolun kenarlarındaki ağaçlar gibi yeşillendi. Camlar sonuna kadar açıldı, arabanın hızı yavaşladı. Otlayan ineklere, havlayan köpeklere selam ede ede devam ettik yolumuza. En sevdiğimiz şarkıları söyleye söyleye az gittik uz gittik. Dere tepe düz gittik. Arabanın camından sarkıp rüzgarla el ele verdik. Ve nihayet vardığımızda karşılaştığımız manzara tam da istediğimiz gibiydi. Kerpe’deydik. Karadeniz’in dışlanmış sahili. Çünkü tüm hırçın kıyılarına karşın bu kıyısı alabildiğine sakin, dalgasız, dupduruydu. Fırtınası ve dalgası dinmeyen Karadeniz’in üvey evladı gibiydi. Güneş batmak üzereydi. Hemen ayakkabılarımızı çıkardık. Paçalarımızı kıvırdık, denize koştuk. Kuma bastık. Artık herşey geride kalmıştı. Nefes aldığımız için şükrettik. Ilık ılık suyu hissettik. Ilık esen rüzgar saçlarımızı sevdi. Sebepsiz bir gülme aldı sonra hepimizi. Bence güneşin en güzel battığı yerdi burası. Kızıla çalmadı ortalık. Mavi laciverte kaçtı, sarı turuncuya, turuncu kırmızıya. Gökyüzünde tüm renkler kendi karakterlerinde dönüştüler. Deniz aynı kaldı ama. O yine sakin, şiddetsiz, güneşin batmasına aldırış etmeden sessiz ve en duru haliyle süzülüp durdu. Çıplak ayak yürüdük, kasabadakiler iftara hazırlanıyordu. Sahil kenarına masalar kuruluyordu. Bir taraftan da mutluluğumuzun etkisiyle yüksek tonda güldüğümüz ve konuştuğumuz için olsa gerek bize tuhaf tuhaf bakmaktan kendilerini alamıyorlardı. Ama sonra hafif bir tebessümle  onları selamlayınca bizi anladıklarından emin olduğum belli belirsiz bir gülümsemeyle karşılık veriyorlardı. Sonra kendimize harika bir mekan bulduk. Sahilin hemen yanına konuçlanmış, denizle, kumsalla ve gökyüzüyle el ele kol kola oturabileceğimiz. Ahşap yapısıyla oranın ahengini hiç mi hiç bozmayan Ceneviz Cafe… Hemen en güzel masalarından birisine oturduk, birer kahve söyledik kendimize. Birsen Tezer çalıyordu. Oranın ruhuna aykırı hiçbir şey yoktu. Biraz Birsen söyledi, biraz biz söyledik.  Güneş battı diye üzülürken , Ay’la göz göze geldik. Saatlerce bakıştık. Zamanın geçmesini istemediğim nadir anlardan birini yaşadığımı söyleyebilirim. Bütün gece Kerpe’yi sevdik, seyrettik. Bu söylediğime gülmeyin. Bir kez daha anladım ki, sevmek için birisinin ya da birşeylerin elinizin altında olmasına gerek yokmuş. Şems’in en sevdiğim sözleri döküldü içimden.  ‘Allah sadece kalbi verir, içini sen doldurursun’. Doğru değil mi, o an yanımdaki güzel arkadaşlarımı çok sevdim bütün kalbimle, Kerpe’nin denizini, kumsalını, yemeklerini, çayını, kahvesini, insanlarını sevdim. Birsen Tezer’i sevdim. Ay’i ve yıldızları çok sevdim. Kerpe’nin köpeklerini sevdim. Herşeyi bir kenara bırakıp yaşadığım için sevinç duydum. Kalbimizi neyle dolduracağımızın bize kalması ne güzel. İyliğe de kötülüğe de, neşeye de hüzne de, sevmeye de sevilmeye de biz izin veriyoruz esasen. İyi insan olmak, niyetimizi temizlemek, güzel düşünmek  bizim elimizde. İnsanı iyileştiren en güze şey de sevmek aslında. Paylaşınca anlamı oluyor herşeyin. Bir kahveyi paylaşınca, bir haftasonunu paylaşınca, bir gün batımını paylaşınca, aynı coşkuyu paylaşınca herşey daha da anlamlı geliyor. Bunları okuduğunuzda belki bilmediğiniz şeyler olmadığını düşüneceksiniz. Biliyoruz tabii ki ama sevmeyi unutuyoruz, sevilmeye müsaade etmiyoruz. Çünkü başka önemli işlerimiz oluyor. Gelecek kaygısını taşımak gibi, ertesi gün yapacağımız işleri düşünmek gibi, kaybettiğimiz paralar için ah çekmek gibi, alışveriş yapmak gibi, bir yerlere yetişmek gibi… Ne hissettiğimizi hissetmeyi unutuyoruz. Zamanın akıp gittiğini, hiçbir şeyin bugünkü gibi kalmayacağını unutuyoruz. Kaç kez hayat güzel, yaşamak gerçekten çok güzel diye geçirdiniz içinizden bilmiyorum. Hayat bana göre güzel, ama kısa, yaşamak lazım geliyor, güzelinden şöyle… Bu arada Kerpe’nin eski adı Kalpe’imiş. Sanırım oraya gidip de bunları hissetmem tesadüf değildi. Kalpe’den selamlar…  

19 Haziran 2015 Cuma

SİMÜLASYON ERKEKLER ‘GAME OVER’DAN HABERSİZ

Nasıl yaşanacağını, kenarda durup izlemeden dünyanın nasıl hem içinde hem dışında olunacağını öğrendim. Bir daha asla ama asla hayattan kaçmayacağım. Aşktan da.
Audrey Hepburn

O zaten hiçbir zaman bir kaçak olamadı. Hep kovalayan, peşinden giden, yakalayan bazen de tutunulan oldu. Çünkü yaşadığı hayat O’na en parlak vaatlerle gelse de nihai sonu en acımasız haliyle sürekli karşısına çıkardı. Audrey’e hiçbir zaman tek bir son yazmadı. Tıpkı filmlerindeki gibi birçok son yazıldı kaderine. Başlangıçları sonlarına karıştı, dağılanları topladı, parçaları birleştirdi ve yoluna devam etti ama başına gelenlere aldırış etmedi. İşte hikayesi de tam da böyle başladı.
Birçokları zarafet timsali Audrey ile ilgili yazdıklarımdan kendine pay çıkarabilir. Çünkü tıpkı O’nun gibi gerçek kadınlar da cesurdur. Cesur olduklarından kimseye tutunmazlar onlar hep tutunulandır. İsteseler de birinde ya da bir yerde konuçlanamazlar. Son dönemde modern zaman kadınları için konuşuluyor bunlar. Fakat bu esasen hiç değişmemiş olsa olsa update olmuş cesur yürek olarak günümüze taşınmış. O da tabii koşullardan kaynaklanıyor. Esareti biten, tabii bu sadece belli bir kesim için geçerli, kadın özgür, parası var pulu var. Hal böyle olunca da müdanası yok. Herneyse konumuza dönelim.
Audrey Hepburn, aslında asil mi asil aristokrat bir ailenin kızı olarak açmış gözlerini dünyaya. Yani sonradan artistlikle paçayı kurtaranlardan değil. Doğuştan şanslı demek isterdim lakin, başta mutlu bir ailenin temelini oluşturmak için koşullar ideal gibi görünse de, babasının ailesini terk edip gitmesiyle kader ağları örülmüş. Barones annesi ne yapsın gözü yaşlı, kızını alıp Hollanda’ya baba evine dönmüş.  Gelgelelim, 1930’lu yıllarda Avrupa’nın üzerine kara bulut gibi çöken Nazi Almanyası, komşu Hollanda’yı da etkilemiş. Barones, çareyi kızını babasının yanına, İngiltere’ye göndermekte bulmuş. Babası, kızına sahip çıkmamış. Küçük Audrey için bu defa da İngiltere’de yatılı okul yolları gözükmüş. Sonrasında 2. Dünya savaşı… Bu arada çarpıcı bir detay yok. Audrey savaş sonrası balerin olur. Bir gün sahnedeyken keşfedilir ve oyunculuk günleri başlar. Yıldızı her geçen gün parıl parıl parlar. Ancak Audrey bir kez babası tarafından terkedilmiştir. Her sabah bu gerçekle uyanır ve her gece bu gerçeğe kapar gözlerini. Bir gün kalbinin en dipte köşede kalmış bu gerçeğiyle tamamen hayata veda edeceğinden habersiz olduğu sıralarda evlenmeye hazırlandığı işadamı James Hanson'un başka kadınlarla ilişkisini gazete sütunlarından öğrenir. Milyonların hayranlık duyduğu Audrey, daha sonra bir başka oyuncuya William Holden'a aşık olacaktır. Ancak O da evli bir adamdır.  Holden, karısını terk etmeye söz verse de çocuk sahibi olamayacağı gerçeği bu aşkı da bitirir.  
Hepburn sonrasında aktör Mel Ferrer'le evlendi ve bir çocuk sahibi oldu, ama bu evlilik fazla uzun sürmedi. Ardından, İtalyan psikyatrist Andrea Dotti'yle nikah masasına oturan Hepburn, yine bir çocuk sahibi oldu, ancak yine kocası tarafından aldatıldı.
"Esas aşkımı buldum" diyerek aktör Ben Gazzara'yla çılgın bir ilişki yaşadı. Ancak, Gazzara için Hepburn, sadece film çekimleri sırasındaki bir maceraydı. Gazzara bir başka kadınla evlendi. Hepburn, evlendiği gün bile Gazzara'yı aradı ve "Elveda" dedi. Hollandalı aktör Robert Wolders'la evlenen Hepburn, 1993'te kansere yenik düştü.

Kaç ilişki, kaç evlilik sığdırdı hayatına. Sonları O mu yazdı, başkaları mı bilinmez. Ancak kendisi yazmış olsa bile, biliyoruz ki, son kararı veren kadınlarmış gibi gözükse de işin aslı kadınlar karar vermeye zorlanıyor. Sonra da nihai sonun sorumlusu oluyorlar. Erkekler her türlü ızdırabı, belki aldatmayı, duygusal ya da fiziksel şiddeti uygulamaktan kaçınmıyor. Belanın her türlüsüne aşkı için katlanan kadının bitmek tükenmek bilmeyen o aşkı için terkedebileceğini aklına getirmiyor. Sonsuz güven duygusu kendisine mi kadına mı belli değil. Birbirimizi kandırmayalım en cool olan metropol kadını bile bir prenses. O mutlu sona imzasını atmak için yanıp tutuşuyor. Kimse inkar etmesin. Tüm sorun himaye altına girmek ya da girmemek; olmak ya da olmamak. Kafa tutan, işler istediği gibi gitmeyince sesini çıkaran, para pul uğruna susmayan, hayattaki duruşunu terketmeyen sahici kadın aşkını terkediyor. Bu da erkeklerin işine gelmiyor. Çünkü egoları bu kadınlarla başa çıkmak için en büyük düşmanları. Tabii cesur yürek kadınlar varsa bir de kahraman erkekler var. Onlar kendi gerçekliklerini yaratmaktan çekinmiyor. Kararlarının, aşklarının, fikirlerinin arkasında duranlar, sözlerini sakınmayanlar, yaşamak istediklerini yaşamaktan korkmayanlar. Azınlık olsalar da yok değiller. Bunlar müthiş egolarının altında ezilmeyenler grubuna giriyor. Oyüzdendir ki onlar mutlular çünkü yaşadıkları gerçek, seçimleri sahici. Diğerleri ise suni yaşayıp, suni ölüyorlar. Suni şeylere suni üzülüp, suni sevinçlerle yüzleri gülüyor. Xbox gibi düşünsenize tenis oynuyosunuz ama simülasyon, elinizde top yok raket yok, ayağınızın altında kort yok yani zeminsizsiniz sadece nefsinizi köreltiyorsunuz. Bu da tabii bir yere kadar. Yaşlar geçip durum anlaşılınca da giden gitmiş kaçan kaçmış oluyor. En korkak kadın bile aşkı bulunca cesaretiyle devleşiyor, erkekler ise korkularından kuyruklarını kıstırıp bir tarafta siniyor. Bir tarafta gerçekler bir tarafta simülasyonlar. Tercih meselesi… Gerçek şu ki, orda da game over olmak mümkün (sesli güldüm).



21 Eylül 2014 Pazar


'ZANGOÇYA'

Quasimodo'yu hatırladınız mı? Dinlerken çoğumuz Fransızca sözleri anlayamasak da herkese isyan bayrağını çektirebilecek kadar kışkırtıcı ama bir okadar da romantik ve masumane 'Belle' yani dilber yani Quasimodo'nun cümleleriyle, 'başka hiçbir sözcük olamaz seni tanımlayan' dediği 'Belle'. Quasimodo günah işleyenlerin canını almakla yükümlü bir zangoçtur. Papaz tarafından görevlendirilir. Papaz kararı verir, Quasimodo Esmeralda'yı öldürecektir. Ancak her ikisi de Esmeralda'nın büyük aşkıyla yanıp tutuşmaktadır. Notre Dame'ın Kamburu'nun belki de ününe ün katan şarkıda şöyle seslenir Quasimodo Esmeralda'ya; "Ne kadar dua etsem işe yaramaz. Söyle... İlk taşı kim kaldırıp sana atacak. O'nun hayatı elimde son bulacak... Şeytan diyor; 'unut şimdi yüce Tanrı'nı okşa Esmeralda'nın saçlarıı..." İşte tam o sırada da Papaz sahneye geliyor; "Belle, bir şeytandır O cehennemden gelen, yanan bir kabuğum ben Tanrı'm yoksa içimde, satardım ruhumu ben bile, gerçek bir ruh var mı senin teninin altında, yoksa insanlığın günah meleği misin, Tanrı'm bırak aşayım bir kez kurallarını, açsın bana kolllarını Esmeralda..." İşte herkesi etkileyen, dehşet verici melodilerinin dıışında aslında bu sözlerle de bir hayli derinlere iniyor. Aslında ucube ve çirkin olan yalnızca görünen yüzüyle Quasimodo değil bu hikayede. Paris'te adaleti sağlayan, bakir kalması gereken, ruhani lider, Papaz aşkına yenik düşer, kendi içinde yaşadığı çelişkiler O'nun ruhunu çirkinleştirir, ruhumu ben bile satardım eğer Esmeralda bana kollarını açsaydı der. Aşk, ihtiras, entrika namına ne varsa hepsi Papaz'ın ruhunu ele geçirir. Oysa O bu hikayede adaleti sağlaması gereken kişidir. Quasimodo ise, can alandır. Üstelik ucube, çirkin ve kamburdur. Ama bildiğiniz ya da tahmin ettiğiniz üzere trajik de olsa kavuşma Quasimodo ile yaşanır. Esmeralda'nın canını bağışlamak O'nun değil papazın elindedir ama suçsuzluğuna inancı ve aşkı Esmeralda'nın gerçekten masum olduğunu ispatlamaya yetmiştir. Gerçek kambur kimin omuzlarında bilemeyiz. Neden yaş ilerledikçe insanlar küçülürler, omuzlar öne bakar, boyun onunla doğru orantılı olarak ileri kayar. Yapmak isteyip yapılamayanlar, söylenemeyen sözler, güzel ama terk eden hatıralar, hatalar, sorumluluklar; tüm bunların biraraya geldiği, korunup kollandığı yer omuzlardır. Orada her birimizin görünmez kamburları vardır. Baktığımızla, duyduğumuzla yetinemeyişimiz bundandır. İnanmak lazımdır. İnanmak için görmek sonra da hissetmek lazımdır. Hissetmek için ise sevmek lazımdır. Neyi sevdiğinin ise hiçbir önemi yoktur. Elbette aşk hayatı tetikleyen unsurdur. Dirençli ve ısrarcı ve de inançlı kılan. İradesizleştirse de itici gücüyle meydan okuyan, savaşan, yenilen ama nihayetinde yaşatan. Olduran bir güçtür. Ancak sevgi de buna karşı gelebilecek güçtedir. Aşk Papaz'ın işiydi. Çünkü O ihtirasla doluydu sevebilecek, gerçekleri görebilecek kadar kudretli değildi kalbi. Fakat Quasimodo baktığına değil gördüğüne inandı. Çünkü O sevdi. Gerçeklik anlayışı herkese göre değişti. Hayatın kapıları metaforlara açık değildir. O kapıdan yalnızca net baktığımızda girebiliriz. Hayatı metalaştırmaya sevgimizden başlarız. Bir gereksinim için, bağlarsak kalbimizi bir diğerine; gün gelir başka gereksinimler ortaya çıktığında o bağ kopar. Çünkü aynı bağ herkesi birbirine bağlayacak kadar uzun değildir. Günler değiştirir gereksinimleri; gereksinimler değişince kişiler de değişir. Bu da bir arayışa sürükler her birimizi. Aradığımızı bulamamamız, aslında kendi tükenmez isteklerimizin neticesidir. Oysa sevmenin tarzı farklıdır. Oyüzden 'olduğu gibi kabul etmek'tir, O'nun bir diğer adı. Hiçbir gereksinim bundan daha önemli olamaz. Çünkü aslında insanın hayatını sürdürmek için en temel gereksinimi sevmektir.

Paulo Coelho şöyle diyor;

'Coşkuyla sevmek, coşkuyla yaşamak demektir.

Sonsuza dek sevmek, sonsuza dek yaşamak demektir.

Sevgi olamdan sonsuz yaşam mümkün değildir. Sonsuz yaşamla sevgi arasında sımsıkı bir bağ vardır.

Neden hepimiz sonsuza dek yaşamak isteriz? Çünkü yanımızdaki insanla bir gün daha geçirmek isteriz. Çünkü hayatımızı hem sevgimize layık hem de bizi kendimizi layık gördüğümüz şekilde seven biriyle geçirmek isteriz.

Çünkü yaşamak sevmektir.

Hayatla arasında böyle bir sevgi bağı bulunmayanların yaşamaya devam etmek için sebepleri kalmaz.

Hayatta önceliği sevgiyi aramaya vermeliyiz. Gerisi zaten kendinden gelir.' 

Quasimodo işi gereği bir zangoçtu. Günah işleyenlerin canını almaktaydı. Biz de görünmez kamburlarımızla adeta birer zangoç işlevi görüyoruz. Fakat biz kendi kendimizin cezasını kesiyoruz. Kendimize bir dünya yarattık. Adı 'Zangoçya' olsun!

4 Şubat 2013 Pazartesi

Bugünkü Olayım... Zeus'un Laneti Üzerinize Olsun!

Geçmiş gün, geçmiş bölümlerin birinde... Develer tellal, pireler berber iken... Ben TV'nin karşısında hoş, boş zaplar iken... Bir de ne göreyim. Kim beşyüz milyar ister miydi, yeni adı milyoner olmak ister misiniz miydi bilemedim şimdi. İşte o yarışmada bir yarışmacıya yüz bin barajında sorulan kritik soru şöyleydi; "Efsaneye göre çift olarak yaratılan insanlar kim tarafından ayrılarak hayatları boyunca “ruh eşleri”ni aramakla cezalandırılmışlardır?" Cevap ise yarışmacıdan gecikmeli olsa da geldi, şimşekli Zeus'tu. Hani sürekli elinde şimşek olan tanrılar tanrısı Zeus. Hani şu yağmur duası edilen, gökyüzünün gök gürültülerinin tanrısı. Zeus'un eşi Hera'yı da bilirsiniz. Zeus öyle çapkın öyle çapkınmış ki, Hera bir an olsun peşini bırakmaz kendisinin takip edemediği durumlarda çareyi başkasına takip ettirmekte bulurmuş. Neyse durum şu; günlerden bir gün, Zeus insanları bir bir yaratmaya başlamış. Bir de ne görsün herkes çift çift yaratılıyormuş. Ne yaptıysa bu durumu engelleyememiş. Hepsi bu durumdan pek menunmuş pek de mutluymuş. Çünkü her geçen gün bambaşka özelliklerini keşfedip kendi kendilerine yetebiliyorlarmış. Ancak gel zaman git zaman bu durum tanrılarına itaat etmelerini, şükretmelerini engeller hale gelmiş. Bir zaman sonra, Zeus tüm insanlığı bir meydanda toplamış ve demiş ki, "ey insanlık, ben size mutluluk verdim, güç verdim, hayat verdim ancak siz birbirinizi buldunuz, beni unuttunuz, ben de sizi sonsuza dek ayırıyorum." Ve şimşeğini tüm çiftlerin üzerine düşürüp, onları bir bir ayırmış. İnanışa göre, o gün bugündür ruh eşi mevzuları yalan olmuş. Anlayacağınız, o bir türlü işin içinden çıkamadığınız aşk meşk acısı durumları bundan sebeptir. Hani bir de meleklerle konuştuğunu söyleyen birtakım kişiler var ya... İşte onlar da bu aşk acısını şu şekilde çözdüklerini iddia ediyorlar; efendim şimdi önceki hayattan ileri gelen bir kordon bağı meselesi varmış. Bu bağ bazılarında uzun bazılarında kısa oluyormuş. Bağlılık da bu bağın uzunluğuna ve kısalığına göre değişiyormuş. Şimdi bu bağı bir şekilde kesiyorlar artık neyle nasıl bilemiyorum. Sonuçta benim uzmanlık alanım değil. Sonra aşk meşk bitiyor işte. Deneyimleyen varsa söylesin, kendisiyle röportaja hayır demem. Bu anektod biraz alakasız oldu ama bu trende değinmeden de geçmek istemedim. Yani ruh eşi falan yok, boş yere aramayın. anlatmaya çalıştığım şey bu. İnsanlık olarak tanrılar tanrısı Zeus tarafından lanetlenmişiz bir kere. Olay buymuş. Yıllardır aradığım soruların cevabı bu işte. Erkeklerin zaten ruh eşlerini aradığını sanmam, en azından deneyimlediğim kadarıyla. Fakat sözüm hanımlara, aşık olup olup, deneyip yanılıp, yine de aramaktan vazgeçmemekten vazgeçin artık yahu. Hayır bugün yanılıp evlenenler yarın çoluk çocuk derken aaa bu adam benim ruh eşim değilmiş diyor. Herkes birbirinden mutsuz, eleştiriler, arkadan konuşmalar, aldatmalar falan derken aşk bir toz bulutu gibi dağılıyooor, dağılıyoooor. Kendinizi suçlamayın, böyle davranmaya zorlanıyormuşuz işte. çünkü lanetliyiz. Az önce 'tık'ladığım bir sitede karşıma çıkan beş başlık; ilişkinizi canlandırmanın yolları, sevgilinizi etkilemek için 15 romantik jest, eşinize sürpriz yapmanın yolları, uygulaması kolay beş randevu planı ve erkek arkadaşınızla eğlenceli vakit geçirmenin beş yolu. Hep de beş yolu, beş şartı falan olur zaten. Neden çünkü bunlar 'tık'lanıyor, okunuyor, herkes ilişkisini kurtarmanın peşinde, aslında aşkı bulmanın peşinde. İlişki terapistleri dört koldan saldırıyor. Fazla söze ne hacet, varsın lanetlenmiş olalım. İnsan neden acı çeker ki, imkansıza ulaşamadığında. İnsan elinde olan kendisini sevdiğini hissettiği insan için acı çeker mi, hayır. Bu klişe doğru. Acı varsa aşk var. Denklem çok basit. Bu yüzdendir ki, ilişkinin başında duyulan heyecan aşk diye adlandırılırken bir süre sonra herşey yolunda gidince artık aşık değilim, ilişkim monotonlaştı deyip duruyoruz. Çünkü O'ndan emin olduğumuzda tüm şüpheler, gizemler ortadan kalktığında büyü de bozuluyor. Bir şiir var bilirsiniz. Cemal Süreya'dan... "...Kuşlar toplanmış göçüyorlar, keşke yalnız bunun için sevseydim seni" diyor. Haklı. O da aşkı arıyor. Ancak istediği basit sevmek. Basit nedenlerle basit bir sevgi besleyebilmektir önemli olan, şuursuzca kendini yerden yere vurduğun aşk değil. Tamamiyle elde edememenin vermiş olduğu bencilliğin ürünü olan şey değil. Bir bardağı kaldırmanın basitliğindeki kadar olmalı, keşke yalnız bunun için sevseydim seni...


17 Ocak 2013 Perşembe

Bugunku Olayim... AdaletSIZ misiniz yoksa yetenekSIZ misiniz?

Martin Luther King yillar yillar once herkesce bilinen 'bir hayalim var...' diye anlatmaya basladiginda kitleleri pesinden suruklemisti. "Bugun diyorum ki dostlarim, su anin ve yarinin getirecegi gucluklere ve engellemelere ragmen hala bir hayalim var benim" demisti buyuk insan. Girizgahima bakarsaniz anlarsiniz, Martin amcamin o idealist tarzini kendime ornek almaktayim. Ey halkim, benim de bi hayalim var, herkes gibi. Neden olmasin ama di mi? Martin gibi ugrunda olecek kadar olmasa da kendisinden hallice bir hayal dunyamiz vardir yani. Bir insanin ugruna olecegi birseyi yoksa, yasamaya da hakki yoktur, demis, dogru soylemis. Neyse, konuyu dagitmayalim. Ne demistik, ey benim yurdumun nadide insanlari, eeey halkim... Sen ki, arnavut kaldirimli taslarda, zaman zaman bir de alkol almisken 19 pontluk sivri burun ayakkabiyla gezersin ustelik bir de gozlerini suzersin, o arada Beyoglu'nda gezmeyi de ihmal etmezsin... Sana ne haller oluyor da, kendini bu kadar harap ettikten sonra tepene konan bir cati, sana basen, kalca, gobek ve selulit olarak geri donebiliyor. Bakiniz sizin ustunuze bu catiyi tepeye kondurma gorevi verilmis, bunun bilincindeyiz. Ancak ya sonra 'mission accomplished' mi yani, sonra en kralimiz devre disi kaliyor. Cogunuz izlemistir Carry Bradshaw da mesela bu yuvayi disi kus yapar muhabbetini yanlis anlamisti. Tam da senelerce kavusamadigi buyuk aski Nam-i diger Big'le evlenirken, kizcagiz kafasina kus kondurmustu. Kondurmustu da ne oldu, Big O'nu hayallerinin ortasinda birakip gitti. Bu disi kus muhabbetini siz cok yanlis anliyorsunuz. Benden soylemesi. Yuvanizi yapin Ona sozum yok ama kuslarin yuvadan ucup gitmesine de seyirci kalmayin. Yahut yuvanizi yaparken kendi kanatlarinizla ucmayi da unutmayin ki sizinki sizi gagalayarak iteklediginde asagi dusmeyiniz. Martin amca soylemis, dunyada yapilmis olan hersey umutla yapilmistir diye; benim hala umudur var. Bugun yine 15 binlik borcu var diye bunalima giren koca namzetlerinin anneyi ve biri henuz sadece 45 gunluk olan uc cocugunu oldurmesi haberleri mansetleri susledi. Susledi amiyane tabir tabii. Benim bir hayalim var dostlar; her gun carsaf carsaf namus, tore cinayetlerini, karisini- colugunu cocugunu bicaklayanlari, N. C. gibi yuz suursuz adamin tecavuzune ugrayip kendi rizasiyla oldugunu bagiran haberlerin yapilmadigi bir
ulke hayal ediyorum. Martin yine ayni konusmasinda "herhangi bir yerdeki adaletsizlik, her yerdeki adalet icin bir tehdittir" diyor. Yani adaletSIZSINIZ Turkiye. Yine soyluyorum bu kadin ki; dokuz ayda bir insanoglunu icinde buyutuyor, bu kadin ki bakip buyutup vatana millete hayirli ediyor, yine ayni kadin ki atomu parcaliyor, Boeing 777'yi ucuruyor, dagda omuz omuza mucadele veriyor, kucaginda cocuk 19 pontluk ayakkabiyla kosabiliyor. Sozum size ey halkim, "yasamimiz onem verdigimiz olaylara karsi sessiz kaldigimiz gun son bulmaya baslar". Adaletsiz misiniz yoksa yeteneksiz misiniz, bilmiyorum ey halkim.



      13 Ocak 2013 Pazar

      Bugünkü Olayım... Sıkıldımsenden.com

      Arz talep meselesidir ya hani bazi seyler... Derler ya... Ne kadar arz okadar talep ya da ne kadar talep okadar arz. Sence nasıl? Senin hayatinda tavuk mu yumurtadan, yumurta mi tavuktan cikiyor? Soyle soyleyeyim. Yumurta tavuktan cikiyor diyorsan, tavugu nereden buldun diye sorarlar adama kardesim. Bunlar bizden talep ediliyor derken? Mikroekonomi teorisine gore, rekabet icindeki urunlerin fiyatlarini ve satislarini belirlemek cok onemli elbet. Musterinin davranissal tanimi, kaniksadiklari bunlara gore neye ihtiyac duydugu falan. Eee tabii gunumuzde en onemli urun ne sence? Duygusal aclik, duygusal bosluk. Peki ne karin doyurur bu matematige gore. Davranissal bozukluklar+ duygusal aclik = sosyal medya. Bu denklemi cozenler sag bastan sirasiyla Amerikali girisimci, en buyuk sosyal paylasim sitesi Facebook'un kurucusu Mark Zuckerberg, elbetteki Twitter'in kurucusu Jack Dorsey ve de yakin zamanda bir milyar dolara Facebook'a satilan Instagram'in kuruculari Mike Kreiger ve Kevin Systram. Kurucularini 18 ayda dolar milyarderi yapan ve 50 milyondan fazla kullanicisi olan Instagram. 27 yasindaki Mark'a 15 milyar dolar kazandiran Facebook ve de iste malum Twitter. Sms atmaya usenen biz sosyal paylasim sitelerine bayildik. Neyse ne simdi siki durun, buradan ilan ediyorum. Bir zuckerberg degilim ama benim de bir fikrim var. Populasyonum; Demet Akalin'in, Hande Yener'in, Bengu'nun, Serdar Ortac'in o sitemkar, o icli, o acikli, o atarli sarkilarini dinleyerek Bebek'te uc bes tur atan, onu bunu bozup sana kirmizi cok yasiyor diye gulusen ve seni cope atacagim posete yazik diye acisini dile getirenler. Sikildimsenden.com diye bir sosyal paylasim sitesi acma dusuncesindeyim. Nasil olsa eskiler biriktikce birikiyor. Iliski statuleri surekli update ediliyor. Yanlis miyim? Iliskiden cok iliskisizlik durumlari var. E haliyle nedir iliski durumu 'it's bir hayli complicated' canlar. Sikildimsenden.com'da da ne yapiyoruz. Ex'lerimizi biriktiriyoruz. Boylece hayatimiza yeni girecek kisilere de kolaylik saglamis oluyoruz. Acip bakiyorlar daha once hangi tarz insanlara kalbimizi acmisiz, kimlere yer yok. Zaman zaman da biz acip bakiyoruz, son kullanma tarihi gecmeyenlerin statusu hala available oluyor. Yani yeni askimizdan ayrildigimizda tekrar bir sans vermeyi dusunduklerimiz de bunlar oluyor. Kendimizi ifade etmek icin harika bir yer bence yahu. Sonra bakin bir de, bu kisilerin hepsinin birer profili var ama o profili de onlar degil biz olusturuyoruz. Su kadar birlikte olduk. Su nedenden gorusmeyi kestik, ozellikle bu cok onemli cunku biz kadinlar balik hafizali oldugumuzdan zaman icinde ayrilik gerekcesini unutup kendi kendimizi sucalamaya baslariz ve bu genelde cok tehlikeli olur. Hatta o kisinin dogum gunu hatirlatmalarinda altinda kucuk notlar halinde ayrilik gerekcesi de ciksin ki hafizamiz tazelensin. Neyse nerde kalmistik; tabii listemizdeki kisiler de iliski durumlarini surekli guncellemeliler, kiminle birlikteler, iliskinin ciddiyet durumu nedir falan. En kizdigimiz ve en sevdigimiz yanlarina iliski boyunca aldiklari puani yazmaliyiz. Nasil ama? Itiraf edin dahiyane.