SİMÜLASYON
ERKEKLER ‘GAME OVER’DAN HABERSİZ
Nasıl
yaşanacağını, kenarda durup izlemeden dünyanın nasıl hem içinde hem dışında
olunacağını öğrendim. Bir daha asla ama asla hayattan kaçmayacağım. Aşktan da.
Audrey Hepburn
O zaten
hiçbir zaman bir kaçak olamadı. Hep kovalayan, peşinden giden, yakalayan bazen
de tutunulan oldu. Çünkü yaşadığı hayat O’na en parlak vaatlerle gelse de nihai
sonu en acımasız haliyle sürekli karşısına çıkardı. Audrey’e hiçbir zaman tek
bir son yazmadı. Tıpkı filmlerindeki gibi birçok son yazıldı kaderine.
Başlangıçları sonlarına karıştı, dağılanları topladı, parçaları birleştirdi ve
yoluna devam etti ama başına gelenlere aldırış etmedi. İşte hikayesi de tam da
böyle başladı.
Birçokları
zarafet timsali Audrey ile ilgili yazdıklarımdan kendine pay çıkarabilir. Çünkü
tıpkı O’nun gibi gerçek kadınlar da cesurdur. Cesur olduklarından kimseye
tutunmazlar onlar hep tutunulandır. İsteseler de birinde ya da bir yerde
konuçlanamazlar. Son dönemde modern zaman kadınları için konuşuluyor bunlar.
Fakat bu esasen hiç değişmemiş olsa olsa update olmuş cesur yürek olarak
günümüze taşınmış. O da tabii koşullardan kaynaklanıyor. Esareti biten, tabii
bu sadece belli bir kesim için geçerli, kadın özgür, parası var pulu var. Hal
böyle olunca da müdanası yok. Herneyse konumuza dönelim.
Audrey
Hepburn, aslında asil mi asil aristokrat bir ailenin kızı olarak açmış gözlerini
dünyaya. Yani sonradan artistlikle paçayı kurtaranlardan değil. Doğuştan şanslı
demek isterdim lakin, başta mutlu bir ailenin temelini oluşturmak için koşullar
ideal gibi görünse de, babasının ailesini terk edip gitmesiyle kader ağları
örülmüş. Barones annesi ne yapsın gözü yaşlı, kızını alıp Hollanda’ya baba
evine dönmüş. Gelgelelim, 1930’lu
yıllarda Avrupa’nın üzerine kara bulut gibi çöken Nazi Almanyası, komşu
Hollanda’yı da etkilemiş. Barones,
çareyi kızını babasının yanına, İngiltere’ye göndermekte bulmuş. Babası, kızına
sahip çıkmamış. Küçük Audrey için bu defa da İngiltere’de yatılı okul yolları
gözükmüş. Sonrasında 2. Dünya savaşı… Bu arada çarpıcı bir detay yok. Audrey
savaş sonrası balerin olur. Bir gün sahnedeyken keşfedilir ve oyunculuk günleri
başlar. Yıldızı her geçen gün parıl parıl parlar. Ancak Audrey bir kez babası
tarafından terkedilmiştir. Her sabah bu gerçekle uyanır ve her gece bu gerçeğe
kapar gözlerini. Bir gün kalbinin en dipte köşede kalmış bu gerçeğiyle tamamen
hayata veda edeceğinden habersiz olduğu sıralarda evlenmeye hazırlandığı
işadamı James Hanson'un başka kadınlarla ilişkisini gazete sütunlarından
öğrenir. Milyonların hayranlık duyduğu Audrey, daha sonra bir başka oyuncuya
William Holden'a aşık olacaktır. Ancak O da evli bir adamdır. Holden, karısını terk etmeye söz verse de
çocuk sahibi olamayacağı gerçeği bu aşkı da bitirir.
Hepburn
sonrasında aktör Mel Ferrer'le evlendi ve bir çocuk sahibi oldu, ama bu evlilik
fazla uzun sürmedi. Ardından, İtalyan psikyatrist Andrea Dotti'yle nikah
masasına oturan Hepburn, yine bir çocuk sahibi oldu, ancak yine kocası
tarafından aldatıldı.
"Esas
aşkımı buldum" diyerek aktör Ben Gazzara'yla çılgın bir ilişki yaşadı.
Ancak, Gazzara için Hepburn, sadece film çekimleri sırasındaki bir maceraydı.
Gazzara bir başka kadınla evlendi. Hepburn, evlendiği gün bile Gazzara'yı aradı
ve "Elveda" dedi. Hollandalı aktör Robert Wolders'la evlenen Hepburn,
1993'te kansere yenik düştü.
Kaç ilişki,
kaç evlilik sığdırdı hayatına. Sonları O mu yazdı, başkaları mı bilinmez. Ancak
kendisi yazmış olsa bile, biliyoruz ki, son kararı veren kadınlarmış gibi
gözükse de işin aslı kadınlar karar vermeye zorlanıyor. Sonra da nihai sonun
sorumlusu oluyorlar. Erkekler her türlü ızdırabı, belki aldatmayı, duygusal ya
da fiziksel şiddeti uygulamaktan kaçınmıyor. Belanın her türlüsüne aşkı için
katlanan kadının bitmek tükenmek bilmeyen o aşkı için terkedebileceğini aklına
getirmiyor. Sonsuz güven duygusu kendisine mi kadına mı belli değil.
Birbirimizi kandırmayalım en cool olan metropol kadını bile bir prenses. O
mutlu sona imzasını atmak için yanıp tutuşuyor. Kimse inkar etmesin. Tüm sorun
himaye altına girmek ya da girmemek; olmak ya da olmamak. Kafa tutan, işler
istediği gibi gitmeyince sesini çıkaran, para pul uğruna susmayan, hayattaki
duruşunu terketmeyen sahici kadın aşkını terkediyor. Bu da erkeklerin işine
gelmiyor. Çünkü egoları bu kadınlarla başa çıkmak için en büyük düşmanları.
Tabii cesur yürek kadınlar varsa bir de kahraman erkekler var. Onlar kendi
gerçekliklerini yaratmaktan çekinmiyor. Kararlarının, aşklarının, fikirlerinin
arkasında duranlar, sözlerini sakınmayanlar, yaşamak istediklerini yaşamaktan
korkmayanlar. Azınlık olsalar da yok değiller. Bunlar müthiş egolarının altında
ezilmeyenler grubuna giriyor. Oyüzdendir ki onlar mutlular çünkü yaşadıkları
gerçek, seçimleri sahici. Diğerleri ise suni yaşayıp, suni ölüyorlar. Suni
şeylere suni üzülüp, suni sevinçlerle yüzleri gülüyor. Xbox gibi düşünsenize
tenis oynuyosunuz ama simülasyon, elinizde top yok raket yok, ayağınızın
altında kort yok yani zeminsizsiniz sadece nefsinizi köreltiyorsunuz. Bu da
tabii bir yere kadar. Yaşlar geçip durum anlaşılınca da giden gitmiş kaçan
kaçmış oluyor. En korkak kadın bile aşkı bulunca cesaretiyle devleşiyor,
erkekler ise korkularından kuyruklarını kıstırıp bir tarafta siniyor. Bir
tarafta gerçekler bir tarafta simülasyonlar. Tercih meselesi… Gerçek şu ki,
orda da game over olmak mümkün (sesli güldüm).
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder